Gri göğün altında, tozla kaplı geniş bir ovadayım. Ne bir yol, ne bir çimen, ne bir diken, ne bir ısırgan otu… Kamburları çıkmış vaziyette yürüyen bir grup insana rastladım.Sırtlarında bir un çuvalı ya da kömür torbası ağırlığında birer canavar taşıyorlardı. Ama bu canavarlar öylesine bir yük değillerdi. Tersine hamallarını sarıp sarmalayan güçlü kaslarıyla korkunç pençelerini insanların göğüslerine saplamışlardı. Ürküten başları antik çağ savaşçılarının düşmanı korkutmak için giydikleri miğferler gibi insanların başının üzerinden aşıyordu.
İnsanlardan birine sordum, nereye gittiklerini öğrenmek istedim. Bir şey bilmiyordu. Ne o, ne de ötekiler. Ama bir yere gidiyorlardı muhakkak çünkü karşı konulmaz bir yürüme ihtiyacı içindeydiler.Şaşırtıcı bir şey: Bu yolcuların hiç biri hallerinden şikâyetçi görünmüyordu. Boyunlarına asılan, sırtlarına yapışan bu canavarı bedenlerinin bir parçası gibi kabullenmişlerdi. Yorgun ve ciddi yüzlerde bir umutsuzluk yoktu. Sürekli umud etmeye mahkûm insanların teslim olmuş edasıyla melankolik bir göğün altında, en az o gökyüzü kadar kederli bir arazide ayakları toza batmış olarak ilerliyorlardı.
Heyet yanımdan geçip gitti ve ufukta yuvarlaklaşan yeryüzünün insan merakından saklandığı yere doğru uzaklaştı.Bu sırrı anlamak için bir süre inat ettim ama karşı konulmaz bir kayıtsızlık üzerime çöktü, sırtlarındaki canavarın onlara verdiği ağırlığın daha da fazlasıyla ezildim.
ダ。
Gri göğün altında, tozla kaplı geniş bir ovadayım. Ne bir yol, ne bir çimen, ne bir diken, ne bir ısırgan otu… Kamburları çıkmış vaziyette yürüyen bir grup insana rastladım.Sırtlarında bir un çuvalı ya da kömür torbası ağırlığında birer canavar taşıyorlardı. Ama bu canavarlar öylesine bir yük değillerdi. Tersine hamallarını sarıp sarmalayan güçlü kaslarıyla korkunç pençelerini insanların göğüslerine saplamışlardı. Ürküten başları antik çağ savaşçılarının düşmanı korkutmak için giydikleri miğferler gibi insanların başının üzerinden aşıyordu.
İnsanlardan birine sordum, nereye gittiklerini öğrenmek istedim. Bir şey bilmiyordu. Ne o, ne de ötekiler. Ama bir yere gidiyorlardı muhakkak çünkü karşı konulmaz bir yürüme ihtiyacı içindeydiler.Şaşırtıcı bir şey: Bu yolcuların hiç biri hallerinden şikâyetçi görünmüyordu. Boyunlarına asılan, sırtlarına yapışan bu canavarı bedenlerinin bir parçası gibi kabullenmişlerdi. Yorgun ve ciddi yüzlerde bir umutsuzluk yoktu. Sürekli umud etmeye mahkûm insanların teslim olmuş edasıyla melankolik bir göğün altında, en az o gökyüzü kadar kederli bir arazide ayakları toza batmış olarak ilerliyorlardı.
Heyet yanımdan geçip gitti ve ufukta yuvarlaklaşan yeryüzünün insan merakından saklandığı yere doğru uzaklaştı.Bu sırrı anlamak için bir süre inat ettim ama karşı konulmaz bir kayıtsızlık üzerime çöktü, sırtlarındaki canavarın onlara verdiği ağırlığın daha da fazlasıyla ezildim.
(Baudelaire, Chacun sa chimère -1869-)
1 year ago | [YT] | 0
View 0 replies